Biz şimdi geri kalmadık, 500 yıldır geriden geliyoruz.
Bugünü anlamak için kendi tarihimizi safsatadan kurtarmak gerek. 1453'te
Konstantinopolis’i fethedip imparatorluk kurduğumuz zaman geri kalmaya
başladık.
Osmanlı sultanlarının en zeki ve dünyaya açık olanı II.
Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) idi. Hristiyan ve Ermeni kiliselerinin devamına
izin veren bu sultanın akıl hocalarından biri Bizanslı Amirutzes idi.
Vezirlerini Bizanslılar'dan seçen, Roma’yı ‘Kızıl Elma’ olarak hedefleyen,
İtalya’ya işgal için asker çıkartan, Constantinopolis’e ‘Konstantiniyye’
diyerek Araplar'ın verdiği adı değiştirmeyen oydu. Bizanslı tarihçi Michael
Kritovoulos’un tarihini yazdığı ve kimi Bizanslı'nın Basileus (Grekçe
İmparator) adını verdiği Fatih Sultan Mehmet, olasılıkla bir Rum ananın da
oğludur.
Kendi portresini Rönesans’ın en ünlü ressamlarından
Gentile Bellini’ye yaptıran Fatih, Rönesans’ı benimsemedi. Ordu restitüsyonu
dışında, medreseden başka okul açamayan imparatorluk sonunda tükendi.
1930’larda Einstein Genel Görelilik Kuramı'nı çoktan keşfetmişti. Ülkenin
Osmanlı’dan kalmış Darülfünun’u da üniversite niteliği taşımadığı için
kapatılmıştı.
Darülfünun’da dersler sadece konferans niteliğindeydi.
Medreselerde olduğu gibi ders veren hoca ile ders alan öğrenci vardı. Diyalog,
yani soru sorup tartışmak yoktu. Bu yetersizlik bu konuda rapor hazırlayan
İsviçreli profesör Albert Malche’nin raporunda vurgulanmıştır.
Darülfünun'da öğretim, medrese öğretimi gibi, sadece
ezbere dayanıyordu. Sorgusuz sualsiz, diyalogsuz uygulama, çağdaş öğretimin
amacına uygun değildi. Çünkü kritik, insan aklının, Kant’tan bu yana, temel
işaretiydi.
Kritik varsa gelişme var
Bilimin amacına ulaşması ve insanın gelişmesine yardımcı
olması kritiğin varlığına bağlıydı. Din ile bilim arasındaki çekişme; çok
eskiden başlamış olmasına karşın, Avrupa felsefesinin gelişmesine paralel
olarak, Kant’ın yapıtlarıyla sadece felsefeye değil, bilimsel gelişmeye de
destek olmuştur.
Osmanlı öğretiminde değil Kant, İbni Sina, İbni Rüşt
bile, Al-Kidi, Farabi gibi İslam filozofları da, Rönesans’ta önem, önemli bir
entelektüel statüleri olmasına karşın, Osmanlı kültüründeki Arap kökenli
medrese tutuculuğunun kurbanı olmuştur. Osmanlı kültür tarihinde felsefe
yoktur. Osmanlı medrese ve sarayının tutuculuğu, Osmanlı kültürüne felsefi
düşünceyi ve onunla birlikte bilimi sokmamıştır.
Dünya felsefe tarihinde bir Osmanlı filozofu yoktur. Oysa
İslam ortaçağında Hikmet (Felsefe) İslam dininin düşünceye karşı olmadığını
kanıtlamaktadır. İslam filozofları Eflatun, Aristo, Plotinus gibi antik
filozofların izleyicisi ve kritiği idiler. Avrupa Rönesans’ında felsefenin ve
matematiğin varlığı bugünkü yaşamın bilim ve teknolojiye dayalı uygarlık
düzeyini saptar. Avrupa ve onun çocuğu olan Amerika’ya dünya egemenliğini
sağlayan bilim ve teknolojidir.
Bedeli tarihten silinmek oldu
Tartışmaya gerek olmayan bu gerçekleri 1453’ten sonra
anlayamayan ve toplumun eğitimini çökerten Osmanlı, bu büyük hatayı tarihten
silinmekle ödemiştir. Bu büyük boşluk, emperyalist güçlerin etkisi ile 1950’den
sonra da devam etmiş, bugüne kadar dolduramadığımız bir düşünce ve üretim
boşluğu yaratmıştır.
Osmanlı tarihinde, sultanların ilgi duydukları tek
bilimsel olgu astronomi, daha doğrusu, sultanların dili ile ‘İlm-i Nücum’ du
(Yıldızlar İlmi). 3. Murat’ın Şamlı astronom ve matematikçi Takıyüddin’i bu
amaçla İstanbul’a getirdiğini biliyoruz. Uluğ Bey’in Kuşçubaşı’sının oğlu Ali
Kuşçu’nun Semerkant’tan 70 yaşında İstanbul’a gelmesinin nedeni, sultanın
daveti olabilir. Fakat dünya tarihinde yeri olan bir Osmanlı matematikçi ve
astronomu yetişmemiştir.
Osmanlı yok oluşu, Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik gelişmesine
katılmamış ve ona bağımlı kalmış olması sonucudur.
I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’ye ısmarlanıp parası
ödendiği halde teslim edilmeyen iki adet dretnot (bir çeşit savaş gemisi)
nedeniyle, Almanya bundan yararlandı, Goeben ve Breslau’ı (Yavuz, Hamidiye)
İstanbul’a gönderdi ve İmparatorluğu kendi tarafında savaşa soktu. Bu olay
teknolojik geri kalmanın politik ve hatta yok edici sonuçlarını kanıtlar.
Dünyada eşi olmayan devrim
Atatürk’ün öldüğü 1938’e kadar, öğretimi örgütlemek,
bilimleşmek alanında çok büyük bir atılım yapan Cumhuriyet, bilimsel toplumu
yetiştirmek için, İslam dünyasında hala eşi benzeri olmayan bir devrim yaptı.
1950’den sonraki yıllar, Batılılar'ın İslam dünyasındaki programları ve
Müslüman ülkelerin iç yapılarındaki boşluklar, Batılı ekonomik sömürü sistemini
bertaraf etmeye yetmedi. Müslüman ülkeler, bilimleşme ve sanayileşme çağına
ulaşamadılar. Bu geri kalmanın kölelik basamağına yaklaştık.
İslam dünyasında en gelişmiş ülke Türkiye’dir. Ne var ki
kentlere yığılmış halk, Osmanlı’nın geri kalmışlık mirasının göstergesi olan
entelektüel yetersizlik ve teknolojide geri kalmanın büyük sıkıntılarını
çekiyor.
Geri kalmanın en göze batan işareti öğretim alanındadır.
Ulusal öğretimin sorunlarını çözemezsek, Batı'nın büyük bir incelikle, İslam
dünyası için hazırladığı ekonomik sömürge statüsü derinleşecektir. Bu komplo ve
sabotaj olarak yorumlanabilir. Aslında politik baskılar nedeniyle son 45 yılda
çok hırpalanmış ve çökertilmiş üniversite sisteminin, yönetim ve öğretimdeki iflası
sonucudur.
Öğretimdeki çöküntünün nedeni
Politika ve ekonomi uzmanları bunun kurumsal ve sayısal
nedenlerini araştıra dursunlar, bir deneyimli akademisyen olarak, çağdaş Türk
toplumunun Osmanlı’dan kalan kültür mirasının, ve yüzlerce yıl dışlanan Avrupa
kültürünün bugün hala anlaşılamamış olmasının, öğretimdeki çöküntünün nedeni
olduğuna inanıyorum.
Bunu hükümetlerin öğretim politikalarına bağlamak yeteri
kadar aydınlatıcı değildir. Halkın yetersiz eğitimi bürokrasiye de uzanıyor.
Entelektüel mirasın bilim insanları ve politikacılar tarafından nasıl
paylaşıldığını bilimsel bir araştırma konusu olarak incelemek gerekiyor.
Türkiye’de akademinin 80 yılda ulaşabildiği bilimsel araştırma düzeyi, özel
durumlar dışında, çok düşüktür. Bu özelikle niteliksel olarak da utandırıcıdır.
Bunda öğretim üyesi yetiştirmeden üniversiteler açmanın büyük hatası var.
Bilimsel içeriği olmayan ve üniversite yayınlarını gazetecilik düzeyine indiren
yapıtlar akademik çalışma diye yayınlanıyor.
Üst derecede bir akademik performans örneği olarak James
Ackerman’ın Rönesans mimarisini konu alan 550 sayfalık Distant Points (Uzak
Noktalar) adlı kitabından söz etmek istiyorum. 1991’de yayınlanan kitapta
şunlar ele alınıyor: Kritik kuram, bilim ve sanat, Rönesans mimarisinden örnekler,
Alberti ve Leonardo, Milano Katedrali'nin gotik tasarımı, Milano Rönesans’ı,
İtalyan Rönesans villaları, mimari uygulama, Tiziano çağında Venedik
mimarisinin jeopolitiği, Toskan nizamı, Mimarlığın metaforik dili, Roma’da
Capitol Meydanı, Roma Gesu Kilisesi tasarımı makalelerini bir araya getiriyor.
Osmanlı mimarisini bu derinlikte tartışacak bir sanat
tarihçisi henüz yetiştiremedik. Akademisyenler, turistik kılavuz hazırlar gibi,
eleştirel ve estetik yorumlar içermeyen ciltler yayınlıyor. Ackerman gibi uzmanlar,
Batı'yla ölçüşebilecek bir sanat kültüründen çok uzak olduğumuzu kanıtlıyor.
Dünya kültürünün açılımlarını kendi tarihimizin
parametreleri içinde değerlendiremezsek sırf araba, telefon, televizyon
kullanarak çağdaş dünyaya ortak olamayacağız.
Doğan Kuban
Kaynak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder