Salı, Mart 12, 2024

Para parayı çeker!

 

Haberlerden; İsviçreli banka Credit Suisse raporuna göre, Türkiye'deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin yüzde 39,5'lik kısmı, nüfusun sadece yüzde 1'lik kesiminin elinde bulunuyor. Nüfusun en zengin yüzde 10'unun servetten aldığı pay ise yüzde 69,8.

Detaylı bilgi için: https://www.sozcu.com.tr/turkiyede-en-zengin-yuzde-5in-serveti-kalan-yuzde-95in-toplamindan-fazla-wp7774296

Gelir dağılımı eşitsizliği göstergesi Gini katsayısı da yükseldi

En son yapılan araştırma sonuçlarına göre Gini katsayısı (sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, bire yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı gösterir) bir önceki yıla göre 0,018 puan artış ile 0,433 olarak tahmin edildi. Tüm sosyal transferler hariç tutulduğunda Gini katsayısı 0,520, emekli ve dul yetim maaşı dahil diğer tüm sosyal transfer gelirleri hariç tutulduğunda ise 0,445 olarak tahmin edildi. Yine bu bozulmanın somut göstergesi olarak en zengin %5 ile en yoksul %5 arasındaki gelir farkı 31 kata çıkmış (Kaynak: TUİK)

Son olarak geçen hafta yine basından İngiliz emlak danışmanlığı şirketi Knight Frank'in yayınladığı varlık raporundan haberimiz oldu, ultra zenginlerin sayısının dünya çapında arttığını, ancak 2023 yılında ultra zengin sayısındaki en büyük oransal artış yüzde 10 ile Türkiye’de yaşanmış. Rapora göre, 2022’de 30 milyon doların üzerinde serveti bulunan kişi sayısı bin 761 iken, 2023’te bu rakam bin 932’ye yükselmiş. Sizce bu gelişme neden yaşandı? Bu konudaki düşünceme de son bölümde yer vereceğim.

Böylece AKP iktidarının zengini daha zengin, fakiri daha da fakirleştiren ekonomi politikaları uluslararası raporlara da yansımış oldu.

Sermayenin az sayıda kişinin elinde yoğunlaşması iyi bir şey değil. ABD'deki en zengin insanların her birinin milyarlarca dolarlık serveti var; ancak bu zenginlik sanat, altın, emlak, kaliteli şarap, mücevher, eski otomobiller ve özel sermayede yatıyor. Paralarının büyük kısmının verimsiz varlıklara yatırılması, varlık fiyatlarının daha da yükselmesine, satın alınabilirliğin ve eşitsizliğin kötüleşmesine neden oluyor.

Bu haberleri okuyunca ODTÜ yıllarında bir ekonomi dersinde sınıfta hocayla yaptığımız bir tartışma aklıma geldi. Tartışmanın konusu sermaye yoğunlaşmasının eninde sonunda siyasi düzenin de oligarşik bir yapıya kaymasına sebep olacağıydı ki bugün baktığımda hem Türkiye’de hem de Amerika’da böyle bir gidişat var. Doğal olarak servetin büyük bir kısmı küçük bir kesimin elinde yoğunlaştığı zaman bu kesimin hem finansal olanaklara ulaşması kolaylaşıyor hem de piyasalar üzerinde hakimiyetleri güçleniyor. Örneğin 20 Şubat 2024 tarihli bir habere göre borsada 10 milyon TL ve üzeri portföyü olan 15 bin 613 yatırımcı   borsadaki toplam portföyün yüzde 79,81’ini elinde tutuyormuş.

Ülkemizdeki eşitsizlikler ve adaletsiz gelir dağılımı ile ilgili temel istatistiklere kısaca yer verdikten sonra, hiç tartışmasız bu durumu yaratan ekonomik sistem hakkında tarihten iki ünlü iktisat düşünürünün görüşlerine de aşağıda kısaca yer vermek istiyorum.

Adam Smith ve Karl Marx

Hem Smith hem de Marx, ilkel sermaye birikimini ve iş bölümünü modernitedeki zenginleşmenin kaynağı olarak görüyorlardı. Diğer birçok klasik okul iktisatçısı gibi, hem Smith hem de Marx, Fransız merkantilizmine özgü korumacı ticari sistem tarafından desteklenen, devlet hazinesine sürekli para eklenmesine dayanan bir zenginlik kavramını reddettiler. Bununla birlikte, genel servetteki bu çarpıcı artıştan kimin yararlanacağı konusunda fikir ayrılıkları yaşadılar.

Adam Smith’e, kapitalizmi ekonomik büyüme ve gelişme için harika bir sistem olarak görüyor, ancak kapitalizmin doğuştan gelen bir sorunu olarak büyümeden elde edilen kazancın çok eşitsiz dağıtılmasından yakınıyor. ( Ne de olsa bir din adamı!) Bu eşitsizlik birkaç nesil sonra daha da artıyor. Bu durum, nüfuz sahibi olanların (diğer adıyla politikacıların) parası olanlarla yakınlaşma eğilimi ve tam tersi, sadece paraya sahip değil aynı zamanda bir bütün olarak toplumun tüm işleyiş kurallarını belirleme becerisine sahip bir seçkinler sınıfı oluşturma eğilimiyle daha da kötüleşiyor. (Bunu ülkemizde net bir şekilde yaşıyoruz)

Nüfuz sahibi zenginlerin, nüfuzlarını ne yapmak için kullandıklarını düşünüyorsunuz? Tabii ki daha da zenginleşip, daha az vergi ödemek için! Ülkemizde niçin iktidarların nüfuz sahiplerine dokunamadıklarını ve maliye politikası araçlarını kullanarak vergi vermeyen ve vergi kaçıran sınıflara yönelik ciddi önlemler almadıklarını yukarıdaki açıklamadan daha iyi anlıyoruz.

Marks ise kapitalizm ve büyüme arasındaki ilişkiyi sömürü açısından değerlendiriyor. Kapitalizmin doğası gereği eşitsizlik yaratacağını öngörmüş ve bu sorunu artık değer kuramı ile açıklamış. Sanayi devriminin başında işçiler, bugün ise sabit ücretli tüm çalışanların yarattığı katma değerin önemli bir kısmı artık değerden oluşuyor ve kapitalist hem işçilerimizi fazla çalıştırıyor, hem de fazla çalışılan sürenin üretim karşılığını emekçiye ödemiyor, el koyuyor. Tabii yabancı sermayenin hâkim olduğu sektörlerde buna rahatlıkla sömürü diyebiliriz. Yani sistemin doğası sürekli sermaye sahibi lehine çalışıyor. İşte Karl Marx bu nedenle işçilerden kapitalizmi ve özel mülkiyet egemenliğini devirmelerini ve onları sömürüden kurtarmak gerektiğine inanıyordu. Bugün ülkemiz ekonomisi sözde büyürken, ki bana göre şişerken gelir dağılımının ve Gini katsayısının neden çalışanlar aleyhine bozulduğunu ve gücü elinde tutan sınıfların iktidarı kaybetmemek için sıklıkla neden mafya yöntemlerine başvurduklarını daha iyi anlıyoruz. (Bu arada Avrupa’da ortalama en uzun çalışma saati Türkiye’de)

Bu konuda değerli gazeteci, ekonomi yorumcusu Şeref Oğuz ülkenin durumunu Hobin Rood isimli yazısında özetlemiş; https://t.co/sh0W1X2Gat

Hobin Rood Ekonomisi

1-Zenginden alıp fakire veren Robin Hood adı masal kahramanı vardır. 2-Bizde ise fakirden alıp zengine veren bir Hobin Rood ekonomi yönetimi var 3-Bankada parası olan, dolarla flörtleşmesin diye KKM icat ettik. Zaten para sahibi olanlar için gayretteyiz. 4-Üstelik bunu parası olmayandan topladığımız vergilerle finanse ediyoruz. Sistem onlar çalışıyor. 5-Şu anda emeklisinden ücretlisinden esirgeyip en zengin kesime aktarıyoruz.

Gözlerimdeki ışıltıyı görüyor musunuz?

Özellikle son iki yıldır kötü ekonomik yönetim, ülke aleyhine gelişen iç ve dış dinamikler ve ekonomiden sorumlu bakanın gözlerindeki ışıltının da etkisiyle ekonominin temel maliyet unsuru olan döviz kuru büyük bir sıçrama yaptı. Döviz krizini hafifletme gerekçesiyle teşvik edilen yatırım ve tasarruf ürünleri; KKM, yükseltilen borsa, son olarak yükseltilen faizler zaten birikimi olan kesimin servetlerini daha da artırmalarına yol açtı. Bu politikaların sonucunda 2023 sonu itibariyle 1932 kişinin 30 milyon doların üzerinde servet sahibi olduğu bir ülke olarak birinci olduk! Adnan Menderes’in her mahallede bir milyoner yaratacağız vaadi sonunda gerçekleşti ama milyonlarca insanımız et yiyemez hale geldi!

Görüldüğü üzere teşhis yanlış olduğu için çözüm diye savunulan uygulamalar sürekli toplumun varsıl kesiminin lehine çalışıyor ve biraz gecikmeyle sabit gelirlilerin (işçi, memur ve emekliler) aleyhine sonuçlar doğuruyor. Bu durumu Gini sonuçlarında da görüyoruz.

Tam yazımı bitiriyordum ki, karşıma şu istatistikler çıktı onları da buraya ilave etmeden geçmek istemedim.



Gördüğünüz gibi tüketim malı ithalatı da tam gaz devam ediyor. Tam 49 milyar dolar!

Amerika’da olduğu gibi mevcut servetlerinin veya siyasetle bağlantıların gücüyle kolay para kazanan bir sınıf kolay da para harcadığı için, bu kesim inelastik bir talep eğrisi oluşturuyor. Tüketim alışkanlıklarını her fiyattan devam ettiriyorlar. “Cadde de lüks lokantalar devamlı dolu, demek ki kriz yok!” söyleminin açıklaması budur. Bu eğilim çıtanın en üstündeki ürünlerin fiyatlarını yukarı çektiği için, aynı kategorideki tüm ürünlerin fiyatları göreceli olarak yükseliyor.

Burada tehlike şu; Son araştırmalar, daha düşük düzeydeki gelir eşitsizliğinin daha yüksek düzeyde demokrasiye yol açtığını ve eş zamanlı bir ilişkide bunun tersinin de geçerli olduğunu gösteriyor. (Democracy Capitalism and Income Inequality_ Seeking Causal Dire.pdf)

Bu derlememden herkesin ayrı bir çıkarımı olacaktır. Benim bir ekonomist ve sosyolog olarak tek bildiğim demokrasiler orta sınıflar üzerinde yükselir. Orta sınıf temeli oluşturur. Temel zayıflar ve toplum ekonomik olarak uçlara kayarsa sosyolojik ve siyasal olarak da kayar ve aristokrasilerin, açık dille despotizmin şansı artar çünkü bu durumda siyasi iktidarlar ekonomik sorunları ve beraberinde gelen sosyal sorunları çözebilmek için her geçen gün daha despotlaşırlar, ki araştırmalardan da bu sonuç çıkmış. 

 







Perşembe, Kasım 09, 2023

Cumhuriyet demek, birey olmak demektir!

 Aydınlanma Çağı, Batı toplumlarında 17. ve 18.yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi, geleneksel değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargı ve ideolojilerden özgürleştirmek suretiyle, bireyleri din ya da Tanrı merkezli kolektivist toplumsal yapıların esaretinden kurtarıldığı döneme verilen isimdir. Bu dönem insanların değerlerinde, hayat tarzlarında, dillerinde, geleneklerinde, inançlarında ve davranışlarında, özetle yaşam biçimlerinde köklü değişimlere sahne olmuştur. (Bauman, 2003) Bireysel düzeyde geleneksel ahlaki değerlerin baskısından kurtulan insanlar, bilinçli birey olmanın sağladığı bağımsız ve özgür düşünme sayesinde, günlük hayatlarında önemli değişimlerle karşı karşıya kaldılar.

Bu sürecin en önemli toplumsal sonuçlarından bir tanesi, insanların topluca bir ideolojiye biat ettiği, yukarıda bahsettiğim kolektivist cemaat tipi yaşamdan, bireylerin farklılaştığı ve kendi rasyonel akıllarını kullanmaya başladıkları cemiyet tipi yaşama geçmeleridir. Bu özgürleşme kentleşme sürecine paralel gelişirken, 19.yüzyılda hızlanan modern kentleşme ve hızlı nüfus artışı bireysel farklılaşmayı artırmış, bireysel farklılıklar ve düşünce özgürlüğünün bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yaratıcılık batı toplumlarına, doğu toplumları karşısında önemli kazanımlar elde etmelerine yardımcı olmuştur. Toplumlardaki bu evrimi sosyolojinin kurucu babalarından Emile Durkheim, insanların birbirine benzediği geleneksel toplumlardan, iş bölümünün insanları farklı ancak karşılıklı olarak bağımlı kıldığı modern toplumlara doğru tarihsel ilerlemesi olarak yorumlamıştır.  Benzer şekilde, Alman sosyolog Ferdinand Tönnies’in cemaat olarak adlandırdığı geleneksel grupların içerisindeki insanlar, mensup oldukları toplulukla oldukça kuvvetli bir özdeşleşme içindedirler ve bu nedenle “birey” olarak görülemezler. Daha açık bir ifadeyle, bu topluluklarda insanlar, ailelerinden, köylerinden veya cemaatlerinden bağımsız bir kimlik geliştiremezler. Farklı bir kimliğe bürünmeye çalıştıkları takdirde dışlanırlar. Tarihte ünlü filozof, hümanist Spinoza’nın cemaatinden dışlanma şekli mevcut yapıyı sorgulayanların başına neler gelebileceğini göstermesi açısından güzel bir örnektir.

Sonuç olarak insanların “birey” olma özgürlüklerini kazandıkları toplumlarda, bireysel özgürlük ve bunun bir sonucu olarak her bir kişinin yaratıcı olabilmesi önemliyken, kolektivist toplumlarda bireysel yaratıcılık maalesef kişiden ziyade sadece topluluğun genel çıkarlarına veya gereksinimlerine uygun olduğu takdirde kabul edilebilir bir durum haline geliyor.

Batı insanı birey olma özgürlüğüne kavuşabilmek için çok uzun mücadeleler vermiş, çok kan akmış, cemaatin/kilisenin belirlediği düşüncelerin dışına çıkanlar sapkın olarak suçlanmışlar, zindanlara atılmışlar, odunların üzerinde diri diri yakılmışlar.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım batıda onlarca filozof ve bilim insanının yaklaşık 400 yıllık süren mücadelesi ve ödenen yüksek toplumsal bedelin sonunda elde ettikleri “birey” olma özgürlüğünü toplumumuza kazandıran aydınlanmacı liderin ismi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

29 Ekim 2023’te ilan edilen Cumhuriyet sayesinde yüzlerce yıl süren cemaat/zümre tipi yaşamın baskısından ve zihinsel esaretten kurtulan Türk insanı bu sayede özgürlüğüne kavuşmuş, kendine biçilen “kul” statüsünden kurtulup, “birey” olma ve kendi iradesiyle yaşama hakkını kazanmıştır. Üstelik bütün bunları çok kısa sürede, batı toplumlarındaki insanların ödediği bedelleri ödemeden elde etmiştir.

Bugün bu kazanımların kıymetini bilmez, tarihin akışını geri çevirmeye çalışan birtakım karanlık güçlerin karşısında durmaz isek, bir bedel ödemeden kazandığımız özgürlüğümüzü kısa sürede kaybedebileceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.

 

Pazartesi, Haziran 26, 2023

Algılarımız ve Gerçeklik

 

Dünyada iki gerçeklik var. Biri dünyanın kendi gerçekliği. Bu gerçeğe filozofların deyimiyle saf aklın gerçeği diyebiliriz. Diğeri ise sosyal gerçeklik. Bu gerçekliği ise insanlar gündelik hayatın içinde ve kendilerini çevreleyen sosyo-kültürel bağlama göre inşa etmektedirler. Saf gerçeği görmemiz sosyalleşme sürecimizde bulunduğumuz çevre (aile, okul, arkadaşlar) daha sonra yetişkin olunca politikacılar ve medya tarafından engellenir. Bu son saydıklarım zihnimizde sanal bir gerçeklik oluşturulmasına yardımcı olur ve algıları yönetmek için iletişim araçları kullanılır. Hükümetlerin propaganda veya iletişim başkanlığı adı altında ofisler kurmalarının bir amacı da budur.

Duyularımız aracılığıyla dış dünyadan gelen bilgiler mercek/filtre görevi gören bir mekanizmadan geçerek algı haritamızı oluşturur. Algılarımız, gerçekliğe nasıl odaklandığımızı, işlediğimizi, hatırladığımızı, yorumladığımızı, anladığımızı, sentezlediğimizi, karar verdiğimizi ve davranışlarımızı etkiler.

İnançlarınız, “içsel gerçeklik haritanızı” ve kendinizi ve dünyayı nasıl gördüğünüzü tanımlar. İçsel gerçeklik haritanız kendi etnik, ulusal, sosyal, ailevi ve dini geçmişinizin filtrelerine dayanır ve siz hayatı bu haritanın perspektifinden yorumlar ve yaşarsınız. Herhangi bir inanç, ne kadar doğru olursa olsun, günlük olarak düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı yönlendirir, “dünya haritamızı” yansıtır. Gerçeklikte gezinmemize yardımcı olur.

Algı ve gerçeklik arasındaki farklılıkları anlamak için aşağıda yer verdiğim harita ve bölge metaforu değişim yönetimi çalışmalarımda da sık kullandığım güzel bir modeldir.

Harita bölge değil!

Matematikçi Alfred Korzybski tarafından 1931’de algının gerçeklikten farklı olduğu gerçeğini açıklamak için bu kavramı geliştirmiştir. Harita, inanç sistemimizin, değerlerimizin ve ilkelerimizin (Dünyayı nasıl gördüğümüz) özetle algımızın bir metaforudur. Zihnimizde sahip olduğumuz dünya haritası gerçek dünya değil, sadece inançlarımızın bir yansımasıdır. Hepimizin farklı haritalara ve dünyayı görme yollarına sahip olduğumuz gerçeğine dayanarak, her insanın farklı bir gerçekliği vardır. Çoğu insan (veya hepsi), dünyayla etkileşim kurmak yerine içsel haritalarıyla etkileşime girer. İşte bu yüzden sokakta karşılaştığımız iktidar yanlısı ve muhalif iki kişinin aynı ekonomik ve sosyal sorunlar ile ilgili yorumları bizleri şaşırtıyor.  Filtreleri gerçekleri çok farklı bir şekilde algılamalarına sebep oluyor.

Algı ve gerçeklik ayrımına kısaca yer verdikten sonra politikacıların algı mekanizmasını nasıl kullandıklarına göz atalım.

Algı Yönetimi ve Siyasetçiler

Son seçimler, algı yönetiminin ve komplo teorilerinin sonuçları etkilemeye yönelik siyasetçilerin en önemli araçlarından olduğunu gösterdi. Seçmenlerin duygularını, güdülerini ve nesnel akıl yürütmelerini etkilemek için seçmen kitlesinin taşıdığı değer ve inançlarına göre titizlikle seçilen bilgiler ve görüntüler her kanaldan kamuoyuna iletildi.  Özellikle; şan, şeref, din, devlet ve vatan duygularına hitap edilerek bireylerin duyguları harekete geçirildi. Bazı riskler alınarak ve gerçekler çarpıtılarak TSK’nın projelerinin bile algı yaratmak için kullanıldığını gördük.

Ülkemiz gerçeğine baktığımızda sağ hükümetlerin genellikle eğitimi zayıf, düşük gelirli muhafazakâr sosyo-kültürel gruplardan oy aldığı artık açık. Sosyo-ekonomik yapı ve demografik dağılım siyasi sonucu etkiliyor. Bu kitlelerle temaslarında politikacılarımız onları etkilemek için uzun nutuklar yerine birkaç kısa cümle ve sloganla onların duygularını coşturup gerçek dünyayı görmelerini engelliyorlar. Yüksek eğitimli bilinç seviyesi yüksek insanları bu gibi konuşmalarla etkileyemedikleri için, sosyal psikolojide yer aldığı şekilde, muhalif seçmen düşmanlaştırılmak/yabancılaştırılmak suretiyle hem sağ seçmenin konsolidasyonu sağlanıyor hem de muhalefete karşı öne sürülen tezlere meşruiyet kazandırılıyor.


 

Cuma, Mayıs 12, 2023

Demokrasi, Seçimler ve Karar Verme

 Karar verme, sunulan alternatif setine/probleme göre geçerli/doğru olan alternatifi seçmektir. Hayal gücü (her seçeneğin sonuçlarını dikkate alarak), akıl yürütmeyi (alternatifi seçmek için bir neden), değerlendirmeyi (her seçeneğin sonuçlarını değerlendirip en iyi alternatifi seçmeyi) ve yargılamayı içeren bilişsel ve entelektüel bir süreç. Şimdi bu süreç seçimlere gittiğimiz şu son günlerde bir kez daha işleyecek.

 Birçok araştırmacı, insanların nasıl karar verdiklerini inceleyerek kendi modellerini oluşturmuşlar. Bu modellerden biri, karar vermeyi etkileyen faktörleri kişilik, kültür, bağlam, mevcut bilgi ve eğitim düzeyi olarak belirlemiş.

Herhangi bir konuda herkes zaman zaman kötü kararlar verebilir, kötü seçimler yapabilir, bu son derece insani bir durumdur. Yapılan yanlış seçimler kişinin sadece özelini etkiliyorsa bunu bir sorun olarak göremeyiz neticede kötü seçimin bedelini kendisi ödeyecektir. Mesela yanlış kişiyle evlenirsek bunun bedelini kendimiz ödüyoruz. Ama yaptığımız seçimden verdiğimiz karardan içinde bulunduğumuz toplum, ülke etkileniyorsa o zaman verdiğimiz kararın sonucundan, yaptığımız seçimden tüm topluma karşı sorumlu olmalıyız.

Bugün dünya eskisinden çok daha karmaşık, hepimiz sebep-sonuç ilişkileri belirsiz kompleks sistemlerin etkisi altında yaşıyoruz. Nüfus ve sosyokültürel yapıları nedeniyle ülke ve dünya sorunlarının dinamiği ve sebeplerine dair hiçbir fikre sahip olmayan geniş bir nüfus dilimine sahip toplumlarda eğitimsiz ve yeterli bilinç düzeyine sahip olmayan kitleler, seçimlerini sempati duydukları liderlerin onları meydanlarda heyecanlandıran duygu ve önyargılarına hitap eden söylemlerinin etkisi altında kalarak tercihlerini yapmaları sonucunda, insan toplulukları tarih boyunca büyük bedeller ödediler ve ödemeye devam ediyorlar.

Demokrasilerde eğitimli eğitimsiz tüm yurttaşların oy vermesiyle alınan kararlar, yapılan seçimler ne kadar doğru? Bu sorun antik Yunandan beri insanoğlunun gündeminde. Mesela Platon şehir devletlerinin yönetimini eğitimli, filozof krallara bırakmaktan yana. Sokrates’in düşüncelerini ise Platon’un Cumhuriyet isimli eserinden öğreniyoruz. Sokrates Ademantus isimli bir karaktere demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye ve anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates, toplumu bir gemiye benzetir. Sokrates şöyle sorar:

“Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?”

 Ademantus'un cevabı çok açıktır: Elbette ki ikincisi! Sokrates'in buna cevabı ise şu şekildedir:

  “Peki bu durumda nasıl olur da bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?”

 Sokrates'in bahsetmeye çalıştığı şey, seçimlerde oy kullanmanın bir "beceri" olduğudur. Sokrates'e göre oy kullanmak, "rastgele bir sezgi" olarak görülemez. Dolayısıyla oy kullanmanın da diğer her yetenek gibi insanlara sonradan, dikkatle ve sistematik bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmaksızın insanlara oy kullanma hakkının tanınması, yeterli donanım ve eğitime sahip olmayanlara fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisi vermekle aynıdır. 

Özlü Söz: Cahiller Cahil Yönetici Seçerler-George Carlin


Kaynakça;

https://evrimagaci.org/sokrates-demokrasiden-neden-nefret-etti-4733

www.corporate-rebels.com

www.tutorialspoint.com

Cumartesi, Şubat 18, 2023

Depremler ve müteahhit avı.

Deprem felaketine yaklaşımımız ve aldığımız ilk önlem müteahhitlerin tutuklanması oldu. Benim yaşam süremde şimdiye kadar daha ileri bir yaklaşım sergilendiğini görmedim. Bu yaklaşımın orta çağdaki cadı avından bir farkı yok. Sebep-sonuç ilişkisi basit, fazla parametresi bulunmayan sistemlerde bu yaklaşım sonuç verebilir. Örneğin, fırtına çıktı çatıdaki çanak anten yıkıldı gibi. Burada sebep-sonuç ilişkisi açıktır.
Yaşadığımız son deprem felaketinde ise kolonları kesildiği için yıkıldığı kesinlik kazanan binalar dışında bu derece yıkıma sebep olan çok sayıda değişken/parametre var. Bunların bir kısmı teknik/ mühendislik alanındaki değişkenler. Diğer bir kısmı ise sosyal, siyasal ve insan bilimleri alanlarına giren değişkenler. Mesela siyaset kurumunun konuya verdiği önem, insanların bilinç düzeyi, dünya görüşleri, eğitim, ahlak gibi hususlarda bu depremin sebep olduğu yıkımda rol oynadı.
Depremden mümkün olduğunca az etkilenecek dirençli bir kent/yerleşimler kurabilmek için müteahhit avlamaktan daha karmaşık becerilere ve bilgiye sahip olmak gerekir. Birden çok değişkenin ilişki içinde olduğu sistemlere karmaşık sistemler diyoruz. Depreme dayanıklı sürdürülebilir kentleşme gibi karmaşık problemlerin, sistemlerin analizinde kullanılan teknik ise "sistem yaklaşımı" veya "sistem düşüncesi" olarak biliniyor. Bugün yaşandığı şekilde bu gibi konulara önem vermeyen, bütünsel yaklaşım becerisi, bilgisi olmayan insanlar çok para kazanabilir, bu insanlarla çıkar ilişkisi olan siyasetçilerde tekrar tekrar seçilebilir ancak bunların yaşadığı toplumlarda felaketler eksik olmaz. Nitekim olmuyor. Bir sene dere üzerine inşa edilen şehirlerimiz sular altında kalıyor, başka bir sene yumuşak tarım arazileri üzerine kurulan binalarımızı toprak ana yutuyor! Cadı avları sürüp gidiyor...


Basından;

" Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşanan büyük can kayıpları ve yıkımların ardından yapılan adli işlemlerde, yalnızca müteahhitlerin hedef alınması tepki çekiyor. Avukat Haydar Aksoy, bunun doğru olmadığını belirterek "Başta ilgili bakanlar ve belediye başkanları olmak üzere, tüm ilgili kurumlar sorumluluktan pay sahibi" dedi. "Ayrıca kendi küçük kişisel çıkarlarımız için ortak iyiden uzak durmamız nedeni ile, az ya da çok bizim de sorumluluktan payımız var" diyen Aksoy, doğru yapılaşma için toplumsal baskının artmasının da belirleyici olduğuna vurgu yaptı."

18 Şubat 2023 Cumhuriyet

Çarşamba, Şubat 08, 2023

Toplumsal Bilinç

Her doğa felaketinden sonra uzmanlar ekranlarda günlerce konuşuyor, sayfalarca rapor yazılıyor ama sürekli aynı sonucu alıyoruz. Yaşanan tecrübelerden ders çıkartıp tekrardan sisteme geri bildirim olarak sokamıyoruz. Neden? Yaşadığımız kayıpların bu kadar yüksek olması bir "toplumsal bilinç" sorunudur. Toplum yaşamındaki düşünce, sanat, siyaset, töre gibi kurumları oluşturan bilinç biçimlerinin tümüne toplumsal bilinç diyoruz.

Peki, toplumsal davranışlarımız aşağıdaki tanıma uyuyor mu?
"Bilinçli toplum, nereye gittiğini düşünen, yanlışların ortağı olmayı reddeden, yanlışlardan hesap sorabilen, yaşamı kendi iradesiyle yönlendirmeyi ve kişisel sorumluluğu bilen insanların toplumudur. Toplumsal bilinç, yüksek insani değerlere sahip olmayı getiriyor."

Her türlü yanlışı siyasa tarafından oy uğruna affedilen ve bunu seve seve alkışlayan bir toplum yukarıdaki tanıma girer mi? Bunun cevabını ve üzerinde düşünmeyi okuyucuya bırakıyorum...

Pazartesi, Aralık 19, 2022

Faşizmin Evrensel Kriterleri

 Ülke yönetiminde, toplumu her yönüyle kontrol etme ve totaliter rejim heveslisi siyasetçilerin bulunması ve seçime giderken yaşanabileceklere dikkat çekmek için, faşizmin evrensel kriterlerini bu kısa yazıda tekrar hatırlatmak isterim. Son dönemde ülkemiz yöneticilerinin bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları ve söyledikleri benim bu kriterleri tekrar gözden geçirmemi ve sizlerle paylaşmamı sağladı. Nedir bunlar?

  • İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi bir tanesidir, 
  • Giderek artan milliyetçilik, 
  • Birleştirici unsur olarak düşman figürü, sürekli dış düşman iç düşman, dış düşman yaratılması,
  • Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi, silahlanmaya destek,
  • Cinsel ayrımcılıktaki artış, 
  • Ana akım medyanın kontrol altına alınması, 
  • Ulusal güvenlik takıntısı ve korku iklimi yaratılması, 
  • Propaganda ve algı yönetiminde artış,
  • Din ve yönetimin iç içe geçmesi, 
  • Şirketlerin, sermaye sınıfının desteklenmesi ve işçi sınıfının baskılanması, 
  • Entelektüellerin ve sanatın küçümsenmesi, 
  • Suç ve cezalandırma yani polis ve yargı aracılığıyla bireyleri ve toplumu baskı altına alma,
  • Tarafgirlik, yolsuzluk ve kayırmacılıktaki artış,

Totaliter rejimler hakkında akademik bir makale okumak isterseniz, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/408968  bağlantısındaki yazıyı okuyabilirsiniz.